--Öze Dönük Bir Değerlendirme--
1-İslam Milli, Kültürel ve Sosyal Bir Kimliktir:
Büyük dedesi, dedesi ve amcası imamlık yapmış; kendisi de imam-hatiplik yaparak yetişmiş bir ilahiyatçı, bir din görevlisi hatta dini eğitim veren bir okulun yaklaşık 25 yıllık eski bir idarecisi olarak Ekim ayının ilk haftasının 1986 yılından beri “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak kutlanması münasebetiyle öze dönük bir değerlendirme yapmak istiyorum. Kimse kızmasın kendimi yazmak, öncelikle kendime, nefsime seslenmek istiyorum.
Uzmanlara göre bireysel bir tercih olarak din, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan bir temel değerlerler kaynağıdır. “Ben neyim?”, “Nereden geldim?” ve “Nereye gidiyorum?” sorularına bugüne kadar dinler dışında tatminkâr cevap veren başka bir bilgi kaynağı çıkmamıştır.
Aynı zamanda din, insanın sosyal kimliğinin de belirleyicisi, sosyolojik bir gerçeklik ve sosyal bir kategoridir. Dini kimlik, sadece bireysel bir kimlik değil, aynı zamanda sosyal bir kimlik, sosyal bir aidiyet şeklinde kendini gösterir. Hatta bazı durumlarda din, bir milli kimlik göstergesidir. Dün Bosnalı, bugün Arakan’lı Müslümanlar da olduğu gibi.
Batılı birçok ülkede “din” çağın dışında, terkedilmesi gereken bir olgu olarak görülmek bir yana, ‘modern toplumsal varoluş ’un vazgeçilmez bir unsuru olarak himaye edilmesi ve güçlendirilmesi gereken kollektif bir değer olarak görülmektedir.
Türk milleti gönül verdiği İslam diniyle o kadar bütünleşmiştir ki mesela, din değiştiren bir Türk, aynı zamanda milli kimliğini de değiştiriyor demektir. Başka bir dine geçen yani irtidat eden bir Türk, İslam’a dolayısıyla Türk milletine, Türk milletinin değerlerine düşman olabilmektedir. Çünkü Türk milletinin milli değerlerinin tamamı (istiklal, özgürlük, bayrak, vatan, devlet, şehitlik, gazilik vb.) İslam ile temellendirilmiştir.
“Türk milletinin, İslam dünyasındaki tesirlerini değerlendirirken, Müslüman olan bir şahsı ‘Türk oldu’ (Akmal Eyyubi Aligarh, İTED, C.3, S.207) diye niteleyen Uzakdoğu insanı ile bu olayı ‘Türk oldu’ başlığı ile veren Afrika insanının hissiyatı da değerlendirilmesi gereken materyallerdir.” (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, S.13’ten Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve zaviyeler, S.57, Dergâh).
Türkiye’de farklı etnik kökenden gelen insanların, Türk milletinin bir ferdi olarak en geniş ve en temel ortak paydası İslam’dır. Dolayısıyla İslam’dan beslenen milli kültürümüz, tarih boyunca kişilere etnik kökenine göre değil, mensup olduğu İslam’a göre, İslam ahlakına göre ve İslam kardeşliğine göre davranmayı öğretmiştir.
İlahi dinlerin sonuncusu olan ve arkasında on beş asırlık devasa bir birikimle kültürümüzün ve sosyal hayatımızın her kademesine damgasını vurmuş olan İslam Dini, bu toplumun vazgeçilmez bir hayat felsefesidir. İslam, bu ülkenin yaklaşık bin yıllık sosyal ve tarihi bir gerçeğidir. Buna göre İslam, kimlik, kültür, sanat ve bütün milli ve manevi değerlerimizin oluşmasında çok önemli ve öncelikli bir rol oynamıştır. Dindar Türk insanının zihni yapısını şekillendiren, davranışlarını önemli ölçüde belirleyen temel yapılar, gelenekler ve görenekler İslam’ın izlerini taşırlar. Kısaca bu ülkede, her Müslüman Türk insanının, doğumundan ölümüne kadar hayatının her aşamasında İslam’ın izlerini, tezahürlerini ve ritüellerini görmek son derece olağan bir husustur.
Şu halde din olarak İslam, Türk milletinin hayatında, geleneğinde ne kadar önemliyse, İslam Dininin ibadet yerleri olan camiler ve mescitler de ve bu cami ve mescitlerde görev yapan din görevlileri de o kadar önemlidir. Çünkü dini geleneğimizin, milli kimliğimizin ve kültürel değerlerimizin oluşmasında hem cami ve mescitlerin, hem de din görevlilerinin katkısı inkâr edilemez bir gerçektir. Cami ve mescitlerde öğrendiğimiz bilgiler, yapılan dini konuşmalar, verilen vaazlar, okunan hutbeler bu açıdan son derece önemlidir. Mesela Türk vatandaşı bir ateistin, Ramazan bayramı namazına gittiğini, komşularına bayram ziyareti yaptığını memnuniyetle anlattığını hatırlıyorum.
Şehitler diyarı Anadolu topraklarında yükselen mabetlerin kubbeleri, camilerin minareleri, o minarelerden arşa yükselen ezanlar, mescitlerde eda edilen namazlar, hutbeler ve vaazlar; yüce milletimizin birliğini ve bütünlüğünü, hürriyetini ve bağımsızlığını pekiştiren bitmez, tükenmez maddi ve manevi kuvvetlerdir. Camilerde ezanları okuyan müezzinler, namazları kıldıran imamlar, hutbeleri okuyan hatipler ve vaazları veren vaizler, müftüler, din adamları manevi dünyamızın isimsiz kahramanlarıdır. Onlar imanımızı, ahlakımızı ve milli kimliğimizi inşa eden eli öpülecek din büyüklerimizdir. Bir tarihçinin kitabına isim olarak tespit ettiği şekliyle onlar “Kurtuluşumuzun ve Cumhuriyetimizi manevi mimarlarıdır.”
Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Yaklaşık yüz yıl önce yaşanmış tarihi iki önemli olay üzerinden camilerimizin işlevinin ve din adamlarımızın görevlerinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Dindar olsun veya olmasın, bu ülkede yaşayan herkesin bu tarihi olaylar üzerinde, ulusal bütünlüğümüz açısından önemle durması ve düşünmesi gerektiğine inanıyorum.
2-Bir Cami ve Bir Din Adamı Hikâyesi:
a) Selimiye’yi ne yapacağız?
Her bakımdan birer mimari şaheser olan İstanbul Süleymaniye ve Edirne Selimiye camileri Anadolu topraklarına Müslüman Türklerin vurduğu çok sağlam damgalardır. Bu, düşmanların bile kabule mecbur kaldığı tarihi bir gerçektir. Mesela Lozan’da barış görüşmeleri müzakere edilirken Yunan Heyeti yüzsüz bir şekilde, “Edirne’nin Yunan şehri olduğunu ve Yunanlılara bırakılması gerektiğini” savunurlar. Onlara cevabı Türk Heyeti’nden önce İngiliz Heyeti vermiş ve: “Kabul edelim ki Edirne Yunan şehridir, Yunanistan’a aittir. Ancak şu muhteşem Selimiye’yi ne yapacağız, onu nasıl izah edeceğiz?” demişler ve Yunan Heyeti’nin bu haksız isteğini reddetmişlerdir. (Bk. Haz. İsmail Özcan, İslam Ansiklopedisi, S.34, Milliyet Yayınları).
Mimar Sinan’ın muhteşem eseri Selimiye Camii, koca serhat şehri Edirne’yi kurtarmıştır. Anlaşılıyor ki, Koca Sinan Selimiye’yi öyle bir iman ruhuyla yere gömmüştür ki, onu çıkarmak, söküp atmak mümkün olamıyor. Camilerimizin tarihte böyle önemli görevler icra ettikleri de anlaşılıyor.
b) “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir. Gazanız mübarek olsun.”
Sadece camilerimiz mi? Bizim soylu ve eli öpülecek din adamlarımız da vardır. Mesela:
“Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, karargâhıyla Amasya’ya geldiği 15 Haziran 1919 günü kendisini karşılayanların başında Müftü Hacı Tevfik ve Vaiz Abdurrahman Kamil Efendiler bulunuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın Kurmay Başkanı Binbaşı Hüsrev Bey (Gerede) karşılamayı şöyle anlatmaktadır:
‘En gönülden ve coşkun karşılama Amasya’da oldu. Başlarında Müftü Efendinin olduğu beldenin mümtaz heyeti bizi şehrin dışında karşıladı. Saraydüzü’ndeki bu merasim Paşa’nın gözlerini yaşarttı. Müftü Efendi, itimat telkin eden nurani çehresiyle ilerleyerek Paşa’ya yüksek seda ile:
‘Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir. Gazanız mübarek olsun’ dedi.
Asla beklemediğimiz bu hitap, aynı zamanda istikbalin teşhisi idi. Peşinden elini uzatan bu mübarek insanın elini öpmek ister gibi eğildi. O, üzerinde üniforması olan Anafartalar kahramanını muhabbetle kucakladı ve yanındaki zevatı birer birer tanıttı. Milli Mücadelede ilk defa bütün bir şehir safhalarını öğrenme ihtiyacı duymadan, çetinliği besbelli olan vatanın kurtuluş mücadelesini, bayrağını açma kararındaki bir evladının safına katılıyor ve bunu muteber bir din adamının rehberliği, delaleti, öncülüğü ile yerine getiriyordu’.” (Hüseyin Menç, Milli Mücadele Yıllarında Amasya, S.33’den Prof. Dr. Ali Sarı Koyuncu, Atatürk Din ve Din Adamları, S.137, TDVY).
Camiler ve din adamları, düşman işgaline uğramış bu aziz vatanın özgürlüğüne, kurtuluşuna, birliğine ve bütünlüğüne işte böyle sahip çıkıyorlar ve bu ülkenin üstüne titriyorlardı.
Peki, ahlaksızlığın, inançsızlığın, haksızlığın, hukuksuzluğun, vicdansızlığın ve cinsel istismarın işgaline uğramış bir ülkeyi kim kurtaracak? Bugün elleri öpülecek, soylu din görevlileri yok mu?
3-Neden Bu Ülkeye Sahip çıkamıyoruz?
Yeri gelmişken burada şu önemli tespiti de aktarmak istiyorum: “Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez bir toplantıda, ‘Peygamberimiz (as) Veda hutbesinde, yüz bin kişiye konuşma yaptı. O yüz bin kişi, dünyayı değiştirdi. Biz, yüz elli bin kişilik Diyanet personeli olarak, daha Türkiye’ye sahip çıkamıyoruz’ demiş…” (Sait Çamlıca, Mahallenin Kaderini Değiştiren İmamlar, S.15).
Son derece önemli, müthiş bir tespittir bu ve bir öz eleştiridir.
Yüz elli bin kişilik Din görevlileri olarak, “Biz nerede yanlış yapıyoruz? Ve “Neden bu ülkeye sahip çıkamıyoruz?” diye kendimizi hesaba çekmeyecek miyiz? Kendimizi sorgulamayacak mıyız?
Diyanet teşkilatının kurulduğu 1920’li yıllarda yaklaşık beş yüz kişilik personelden bugün 150 bin kişilik bir personele ulaşan Diyanet teşkilatına rağmen, bugün bu ülkede camilere gelen cemaat azalıyorsa, gençler camilerden ve dinden uzaklaşıyorsa, dinsizlik artıyorsa, inançsızlık çoğalıyorsa, ateistlerin oranı yükseliyorsa suçu biraz da kendimizde aramayacak mıyız? Halkının yüzde 99’u Müslüman olduğu söylenen bu ülkede cinsel tacize uğrayan çocukların, şiddet gören ve katledilen kadınların, okula gitmesi gereken küçük yaştaki kız çocukların parayla satılarak kocaya gönderilmelerinin, uyuşturucu kullanma yaşının gittikçe düşmesinin, boşanma oranlarının yükselmesinin, ahlaksızlık, hırsızlık ve yolsuzluğun artmasının sorumluluğunun din görevlileri olarak birazda kendimizde olduğunun hesabını yapmayacak mıyız?
Yıllar önce TÜSİAD “Türk Toplumunun Değerleri” konusunda hazırladığı raporda Silahlı Kuvvetler ’den sonra yüzde 92’lik bir oranla en fazla güven duyulan kesimin din ve din adamları olduğunu açıklanmıştı. Şimdi bu oranın gittikçe azaldığı, din ve din adamlarının güven duyulma oranının altınca sıraya düştüğü belirtiliyor. Dine ve din adamlarına güven neden düşüyor diye kendimizi ve kurumumuzu sorgulamayacak mıyız? Eğer sorgulayamayacaksak bunun vebalini yarın ahirette kim verecektir?
Allah’ın dini ve İlahi değerler bütünü olan yüce İslam dinini piyasa koşullarında tüketici topluluğuna pazarlanan basit bir ürün konumuna düşürenler gelecek nesillere bu muhteşem mirası nasıl bırakabileceklerdir? Din görevlileri olarak bunun hesabını yapmak zorunda değil miyiz?
Bir din görevlisi olarak Allah katında, öncelikle, hangi siyasete, hangi cemaate, hangi tarikata, bağlı olduğumuzdan mı, yoksa Allah kelamı olan, insanlığa yol göstermek, rehberlik etmek ve karanlıkları aydınlatmak için gönderilmiş bulunan Kur’an-ı Kerim’in insanlara doğru düzgün ulaştırılıp ulaştırılmadığından mı sorumluyuz? Bir din görevlisi öncelikle kimin adamı olacaktır? Siyasetin, cemaatin, tarikatın, ideolojinin mi, yoksa Allah’ın, Kur’an’ın, Peygamber’in, hakkın, hukukun ve adaletin mi? Bunun özeleştirisini yapmayacak mıyız?
Nitekim Cenabı Mevla şöyle buyurmuştur:
“Peygamber, ‘Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terkedilmiş bir şey haline getirdi’ dedi.” (Furkan 25/30). Kısaca Hz. Peygamber’in Kur’an’a göre ümmetinden Allah katında şikâyetçi olacağı yegâne husus Kur’an’ın terkedilmesi olayıdır. Bunun da öncelikli sorumluları din görevlileri olmayacaklar mı?
Mesela yarın biri çıkar da Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin yaptığı gibi, “Allah’ım! Kamusal alanımızı hukukçulardan ve dinimizi ilahiyatçılardan koru” şeklinde dua etmeye kalkarsa yanlış mı yapmış olur? (Hatemi’nin duası için bk. Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Rivayetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak ve Kabir Azabı, S.224, Düşün Yayıncılık).
Kısaca biz bu çalışmamızda camilerimizin işlevine ve din görevlilerimizin önemine işaret edecek ve Din görevlileri olarak kendimizi de bir özeleştiriye tabi tutacağız.
YORUMLAR